23 Şubat 2009 Pazartesi

Boş vaktin izinde

Çalışma Kültü
D. JoAnne Swanson (On The Leisure Track)

İşim yok. Güç mücadelesinin dışındayım. İnsanların söylediği gibi, işsizim, fakat kesinlikle bu durum kendi tercihim. Kendime duyduğum saygı tam, teşekkür ederim, “geçiş döneminde” de değilim ve tekrar işe girme gibi bir niyetim de yok.

Evet doğru – sürekli boş zaman geçirmeye meyilliyim. Kar kazancı, "iş güvencesi", sermaye seçenekleri, sağlık sigortası, yükselme fırsatları, ya da serbest otopark olanakları sağlayan dokuz beş mesaisi olan kolay bir işim yok. Aynı zamanda ofis politikalarıyla, motivasyon seminerlerine devam zorunluluğu, kurumsal yükselmeler, personel değerlendirmeleri, üretkenliği artırma, saçma “takım oyuncusu” zihniyeti, patrona dalkavukluk, zorunlu fazla mesailer, iş çıkış saati yoğun trafikte yapılan stresli yolculuklar, küçük çalışma bölmelerinde sıkışmalar, ya da pembe ihbar kağıtlı olma (işten kovulma) tehlikesi ile de uğraşmak zorunda değilim. Tabii bir de “profesyonel” çalışan gardrop harcamalarını, her sabah uyandıran sert kahveleri, ya da “önemli iş görüşmelerinin yapıldığı öğle yemeklerini”de unutmayalım!

Tüm bunların hiçbirini istemem.

Bugünlerde birbirleriyle yeni tanışan iki insanın birbirlerine ilk sorduğu şey nedir diye bana sorarsanız “Hayatınızı nasıl kazanıyorsunuz / Ne iş yapıyorsunuz?” derim. Ben büyük olasılıkla ya tercihen işsizim derim ya da arkadaşımın dediği gibi ben bir “meslek, iş turistiyim” nüktesini ederim. Bazen de onlara bağımsız çalışan ya da boş zaman geçirme konusunda uzmanlaşan serbest meslek sahibi bir insan olduğumu söylerim. Birçok insan bunu duyunca “Yani düzenli bir işiniz olmadığını mı söylüyorsunuz? Gerçekten mi, çok güzel!- iddiasına varım insanlar da sizin gibi yaşabileceğini düşünebilseler aynısını yaparlardı.”

Özellikle orta sınıf ve zengin olmayı arzulayan tabaka tarafından Amerika’da genellikle doğal karşılanan çeşitli varsayımlara kendi içlerinde cevap bulabilseler daha fazla insanın bu şekilde yaşama isteğinde olduğuna dair bahse girmek isterim. Öyleyse hangi varsayımlardan bahsediyorum? Şimdi meslek ve iş yargılarıyla işe başlayalım.

Yaşamlarımızda mesleklerimizin oynadığı rolü yeniden değerlendirmeye ihtiyacımız var. Birçoklarımız bir işe girmeyi, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamayı garantilemekten öte birşey olarak görmez. En iyi ihtimalle, bu tutum teminatı olmayan (umut edilir ki) düzenli bir maaş çekinin tartışılır “güvenilirliği” ve de emekli olununca rahata kavuşma vaadi karşılığında “kişinin borçlarını senelerce ödemesi” gibi bir düşünce tarzıdır. En kötü anlamda ise, işe girmek temelde başımızı bir çatı altına sokma ve sofraya yemek koyma uğruna, yapmayı çok da önemsemediğimiz birşey için kıymetli vaktimizin haftada 40 ya da daha fazla saatini adayarak geçirilen bir hayat tarzıdır. Biliyorum ki tüm bunların saçma olduğunu düşünen tek ben değilim. Çalışmak istemediğimi ve de çalışmak istemediğim halde bu durumdan ötürü suçluluk duygusu hissetmediğimi farketmeden önce, kendimi bir işe uydurmaya çalışmam ve “büyüdüğümde ne olmak istediğimi” bulmam yıllarımı aldı.

“İş” ve “çalışmak” arasında kesin bir ayrım yapmak gerekir. Çalışmak – özellikle ilgi alanıyla, sosyal refahla, bağlantılarla, merakla, öğrenmeyle, güzellikle bağlantılı olarak motive edilmiş ise tatmin edici, mutluluk verici, eğlenceli ve saygın (muteber) türden olabilir. Fakat bu durumun farkına varmamız, “mesleğimizin” olması aksi takdirde sefil bir yaşam sürme olasılığı düşüncesiyle kör edildiğimiz için ya da işsizliğin doğuracağı sosyal ve finansal sonuçlardan korktuğumuz için inanılmaz zordur. Buna ek olarak, tembelliğin ahlaki zayıflığın belirtisi olduğunu gösteren katı bir iş etiğini içselleştiriyoruz. Tam da derinden hissettiğimiz şudur: finansal durumumuzu ayarlamak zorundayken bile temelli işi bırakabiliriz, bu tembel olduğumuz anlamına gelir. Özellikle de insanlara bir “geçiş döneminde” ve de yeni bir iş peşinde olmadığımızı, aslında bu şekilde mutlu olduğumuzu söylemek zorunda kalırsak, bu durumun suçluluk hissiyle, insanlar tarafından tasvip edilmemekle, hatta belki de işsiz olduğumuz için geçireceğimiz kimlik bunalımıyla sonuçlanacağını biliyoruz. Cevaplanmamış karışık varsayımlar ağının, bu türden (gibi) korkuları içinde barındırdığımız bir yer olduğu ve daha iyi bir yaşam için kalıcı değişiklikler yapabilmenin ancak ayak basmaktan bile çekindiğimiz bu yerleri alt üst etmekten geçtiği fikrini muhafaza ediyorum.

Bugünlerde işin kısa tarifi vaktinizin büyük çoğunu alan ve size bir maaş çeki sağlayan şeydir. Meslek edinmeyi ve para kazanma kapasitesini kimliklerimizin önemli bir parçası haline getiren işkolik bir toplumda, işe girmek ve para kazanmak başka şekillerde edinilemeyen ya da öyle olduğu düşünülen bir çeşit sosyal kabulu de sağlar. Ancak, meslek sahibi olmanın yanında para kazanmanın birçok (legal) farklı yolu da vardır ve dahası gelecek kaygısı gütmeyen iş odaklı bakış açısı yüzünden oldukça fazla bedel ödediğimizin giderek farkına varıyoruz.

Kişisel bazda ,her gün yataktan kalkmakta zorluk yaşayıp, sekiz saati işte geçirdiğimiz ve - ertesi gün de aynı şekilde kalkıp ve tüm bunları yeniden yapmak için eve bitik bir şekilde geldiğimiz zamanlar birçoğumuz kendimizi hayal kırıklığına uğramış, depresif ve kızgın hissederiz. Sonsuza dek bu şekilde devam edecekmiş gibi düşündüğümüzde, gelecek bize çok da umut vaat etmez. Hayattan zevk aldığımız anlar saati kontrol edip de hafta sonuna kadar günleri saydığımız zamanlar mıdır?

Toplumsal bazda, çevre ve insan hakları ihlâlleri, belirli bölgelerdeki kira artışları, iş verenler ve “işçi arılar” arasında gittikçe tırmanan maaş farkı, artan üniversite masrafları, sosyal bilimlerin piyasada revaçta olmaması ve hayal kırıklığı/mutsuzluk duygusunun artışına yol açan daha bir çok faktörün olmasının yanısıra toplu “işten çıkarılma” haberlerini de duymaktayız. Bu aslında hiç de olmasını düşündüğümüz bir şey değildir, değil mi? Vadedilen topraklara giriş biletimiz olarak gösterilen eğitim ve “iyi” bir iş, bize söz verilen şey değil.

Kendimize isim edinmek, “ilerlemek”, kimlik oluşturmak ve para kazanmak için kafamızda yarattığımız iş kavramı, yeniden gözden geçirilmeye hazırdır. Böylesi bir düşüncenin yarattığı kişisel ve ekolojik çöküşü irdelemenin yanısıra yaşamlarımızdaki iş ve meslek yargısına alternatifler üretmenin ve yeni kavramlar oluşturmanın zamanı geldi de geçiyor.

Bu tarz alternatifler çeşitli biçimde ortaya çıkabilirler: serbest meslek, işbirliğine dayalı yaşam düzeni, yaşamlarımızı basitleştirmek, ekonomi politikasındaki değişiklikler gibi. Yeni bir çalışma hayatı tasarlamak elbette ki yeni bir fikir değil; fakat bunu sorgulayan bizler hala düzene karşı çıkanlar, radikaller ve paryalar olarak kabul ediliyoruz.

Düzen karşıtı olsun olmasın, başarıyı, insanlar ve değerleriyle daha fazla, kazanç ve şirket basamaklarında yükselmeyle daha az ilintili olarak yeniden tanımlayan kişilermişiz gibi görmek isterim. Dünyayı, sektör büyümesi, etkileyici sermaye bilançosu, “kar artışı” ve hammadde stoklarıyla - ve etkin (bilinçli) öğrenim, eğlenceli iş, ve zayıf zamanlarımızda bizi destekleyecek ilişkiler ağı yaratan bir yer olarak görmek istiyorum. Boş zaman geçirmenin, suçluluk duygusu yaratmaması gerektiğini, aksine zihin sağlığı açısından önemli bir ihtiyaç olduğunu kabul eden ve asgari ihtiyaçlarımızı karşılamak için mücadele edip, uğraşarak yaşamak zorunda olmadığımız yeni bir düşünce tarzı ortaya koyuyorum.

Bence bir noktada hepimiz bu şekilde bir yaşam tarzı sürmek zorunda olmadığımız, iş ve para (kapitalizm) sunağında kendimizi kurban etmediğimiz, daha iyi, daha tatminkar ve toplumsal sağduyuyla yapılacak türden işler olduğunu biliyoruz. Bahsedildiği üzere saygınlığa ve özgürlüğe giden yolun meslek sahibi olmaktan geçmesi gerektiği mantığını sorgulayan, hayatın her kısmından farklı insan gruplarının oluşu, gelişmekte olan yeni bir sosyal hareketin kıpırdanışlarını göstergesidir. Bu grup, başarı kavramını yeniden tanımlamakta, daha fazlasını istemek yerine yerine sahip olduğu şeyi takdir etmekte ve tutkularını bir iş kalıbına sığdırma telaşı gütmeden keşfetmektedir.

Genel iş yargısından farklı düşünen ve işe yeni bir bakış açısı getiren, gelecek için bize ümit vadeden bu hareketin taraflarından biri olduğum için mutluyum. Sizi de bize katılmaya davet ediyorum.

Çeviri: Sanem Arslan, nekibu
Kaynak ve orijinal metin:

Kölelik devam ediyor saf olma!


















1789'da 140.000 köle güya özgürlüğüne kavuşmuş, efendilerince azad edilmişti. Ancak bilhassa 1820-30 yılları arasında İrlanda köylüsünün sefalet ve açlığı, Karayib'lerdeki İngiliz esareti altındaki kölelerle karışılaştırılabilecek kadar kötüydü. Bugün çalışanlar olarak içinde bulunduğumuz koşulları bu dönemle kıyaslamak hatalı olsa da yine bugünün ekseri çalışma koşullarının bir tür çağdaş köleliği tariflediğini söylemek pekala mümkündür.

17 Şubat 2009 Salı

Çok çalışma mazereti üzerine

Bir buluşma ya da randevuya geçikmenin ya da toptan atlatmanın en kabul gören mazereti işlerin çok yoğun olduğu (iki elin kanda olması gibi) ya da bu yoğunluktan bitab düşüldüğü palavrasıdır. Elbette her zaman palavra diye nitelemek doğru olmaz lakin günümüz çalışan insanı gereğinden fazla çalışmaktadır. Zaten bir çalışan insan bir diğerini (mesela arkadaşını) “mesai” adı altında satılmış iş süreleri içerisinde rahatsız etmez ya da onu o saatlerin birinde buluşmaya davet etmez (buluşulabileceğini ummaz bile). Ama en azından bir mesai sonrası ya da hafta sonu buluşma teklifi karşısında çok yoğun ya da ekstra mesai yapmak durumunda olunduğu ve de hafta içi bolca fazla mesai yapıldığı gerekçesiyle randevuyu reddetmek de artık genel bir vakıa. Peki “palavra” atamayanlar? Zira yalandan yılandan korktuğundan çok korkanların bu yalana sığınırken içlerini kaplayacak sıkıntı, buluştukları o boğucu kafede içini kaplayacak olandan fazla olacaktır. O halde çözüm gerçekten de çok çalışmaktır ve bu bir intihar ya da en hafifinden çileciliktir.

Uslu çocuk olmamanın kefaretini gönüllü olarak patronuna hizmetle ödeyen “dürüst” insanlar “işkolik” payesini almaya hak kazanırlar ki bu paye aslında toplum tarafından edimlerine atılmış masmavi bir fiyonktur. Çalışmanın, çok çalışmanın, çalışmaktan gebermenin erdemiyle süslenen hikayelerle erkenden uykuya yatan uslu, yalansız işçilerdir onlar.

Fazla mesai yapmanın sinemaya gitmekten daha kabul gören bir ebeveyn ziyaretini atlatma bahanesi oluşu, okul zamanlarında ahmak kimya ders kitabından alıştırma çözmek yerine roman okuyan çocuğun azarlandığı gün onanmıştır. Artık birileri tarafından belirlenmiş “gereklilikler” erdem kategorisinin tanımını güzelce kendine uydurarak “çok çalışma ve sisteme hizmetle” tatmin olan sorumlu vatandaş kimliğini inşa eder.

Hayatın Mekaniği